20 Ocak 2011 Perşembe

SİASETÇİ, KADERİNİ KELİMELERLE ÇİZER



      Başbakanın son günlerdeki sinirli hali, söz ve davranışları kendisi ve partisi açısından hayra alamet bir duruş göstermiyor. Her şeyden nem kapan bir ruh haliyle ne zaman, kime veya nereye toslayacağı belli değil. Gerginlikler yaratıyor ve o gerginlikler üzerine siyaset inşa ederek prim yapmaya çalışıyor. Bakıyorsun bir gün heykel taşlıyor,  başka bir gün hedefine akşamcıları koyuyor ve “aksırıncıya tıksırıncaya kadar içiyorlar” diyerek onlara karşı duyduğu nefreti ilan ediyor. Bunların üstüne; açtığı statda ıslıklanınca da ülkenin en büyük takımının taraftarlarına söylenmedik laf bırakmıyor. Yetmiyor, Başbakanlık polislerine sarı-lacivert üniformalar giydirerek takım taraftarlığını resmiyete taşıyor. Erbakan’ın “bunlar çocukça davranışlar” dediğini duyar gibiyiz.
      
      Sadece Başbakan mı? Yardımcısı Bülent Arıç’ın da ondan geri kalır yanı yok. O da durduk yerde Türk Silahlı Kuvvetlerine sataşıp, “oturun oturduğunuz yerde, siz benim memurumsunuz!” efelenmesiyle“ yandaşlarından üstün cesaret ödülü” almak istiyor. Belli ki iktidar dokuz yılın getirdiği yorgunluğu ve aşınmışlığı hoşa gidecek söylemlerle örtüp, tabanını hareketlendirmek istiyor. Ne de olsa ufukta seçim var.   
      İktidarın attığı bazı adımlar hedefine ulaşmadı. Açılımlar fos çıktı. Ekonomideki kötü gidiş ve işsizlik rakamları iktidarın yumuşak karnı. Üniversiteler huzursuz. Liberaller de çark edince, yandaş medyadaki kalemşörlerden başka Başbakanı ve partisini savunan kalmadı. Avrupa Birliği ile ilgili beklentiler hayal kırıklığı yarattı. Başbakan’ın Merkel’e ve AB Büyükelçilerine söylediği sert sözlerden bunu anlıyoruz. Başka bir şey daha var ki, iktidar AB umudunu yitirince batı ile köprüleri yıkıp “Biz bize yeteriz” söylemiyle rotayı İslam ülkelerine çevirmiş durumda. Bu da batıda tedirginlik yaratıyor, “Türkiye’nin ekseni mi kayıyor?” sorularını gündeme getiriyor.
          ABD ile ilişkilere gelince; bu ilişkilerin de pek parlak olmadığını WikiLeaks belgelerindeki kriptolardan anlıyoruz. ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi James Jeffrey imzalı belge; ABD’nin, Özden Örnek, İbrahim Fırtına ve Çetin Doğan’ın gözaltına alındığı gün Türkiye’de bir darbe ihtimalini ortaya koyan rapor yazdığını açığa çıkardı. Tarih 22 Şubat 2010. Üzerinden bir yıl bile geçmemiş.  
    James Jeffrey, elçilikte uzun zamandır görev yapan Amerikalı diplomatlardan bu gözaltıların orduda nasıl bir reaksiyon yaratabileceğini sormuş. Yapılan değerlendirmenin ardından aynı gün Amerikan Dışişleri Bakanlığı’na Balyoz gözaltılarının Türkiye’ye yansımalarını anlatan “Ordu-AKP çatışmasında sırada ne var?” başlıklı bir rapor göndermiş. Bu rapor, İngiliz The Guardian gazetesi tarafından yayınlanan WikiLeaks belgesiyle açığa çıktı.  
    Gazetelerde yer alan habere göre, Jeffrey raporda, “Bazı tecrübeli/bilgili büyükelçilik yetkilileri, bu son adımı bir tür beklenmedik askeri tepkiyi tetikleyebilecek çok ciddi bir provokasyon olarak görüyor. “Göreceğiz” ifadesini kullanıyor. Erdoğan’ın gözaltılar karşısında sessiz kaldığı ancak, Bülent Arınç’ın daha polemik yaratacak açıklamalar yaptığı belirtiliyor. Gizli raporun elçi tarafından kaleme alınan yorum bölümünde ise şu ifadelere yer veriliyor: 
    “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Bu anayasa, orduya demokratik hükümetlerin Atatürk ilkelerine bağlılığını denetlemeye yönelik kilit bir rol veriyor. Bu, ordu ve bürokrasiyle yargıdaki müttefiklerince tanımlanan bir rol. Soruşturmalar her ne kadar belden aşağı olsa da seçim siyasetiyle ilişkili ve Erdoğan’ın önceki seçim başarılarını tekrarlama çabası gibi görünüyor. Erdoğan askerin ters tepki yaratan tehditlerini şimdiye kadar lehine değerlendirdi.”  
    Jeffrey, raporun son bölümünde Balyoz benzeri bir soruşturmanın ABD’de yapılıyor olması durumunda sürecin nasıl işleyeceğini de anlatıyor ve ilginç bir şekilde iktidara “dikkat edin” uyarısında bulunuyor:  
    “Böyle bir soruşturma ABD’de olsa savcı ya da polis söz konusu generalleri ziyaret ederdi. Karakola çağrılır, hakları okunurdu. Suçlamalar, tutuklamalar, gözaltılar ancak çok güçlü kanıtlar ve davanın mahkemede kazanılacağı yolunda sağlam bir kanaatin oluşması ardından yapılırdı. Burada ise öyle değil. Bilgi sahibi olduğundan şüphelenilen herkes, otomatik silahlı polislerin önünde sürüklendi, medya tarafından küçük düşürüldü. Geçmişte bu şekilde kamuoyu önünde küçük düşürülen bir çok kişi er ya da geç serbest bırakıldı. Burada her gün yeni bir gün ve hiç kimse tüm bu koreografinin nerede bozulacağından emin olamaz.”  
    Arena stadında olanlar, iktidarın yaptıklarına karşı toplumsal bir tepki birikiminin ifadesiydi. İktidar, yanlış söylem ve icraatlarıyla hızla güven kaybına uğruyor. Doğu’da başka bir dil kullanarak Kürtleri, Batı’da başka bir dil kullanarak Türkleri kandırıyor. Yani, ne İsa’ya, ne Musa’ya yaranamama durumu. Bu başarısızlığını da, toplumu alkol üzerinden, sporun renkleri üzerinden ayrıştırarak kendi siyasetini akort etmeye çalşıyor. “Sarı-lacivertliler ve içmeyenler benden! Diğerleri fısk ehli” dercesine… 
    Bu durum sandığa nasıl yansır; onu 12 Haziran’da göreceğiz. Ne var ki, bazı gerçekleri hiçbir şekilde değiştirmek mümkün değildir. Bunlardan birisi; siyasal ve sosyal olaylarda “sirayet kanunu” nun işlediğidir. Tunus’taki olayların yarattığı domino etkisine ve Arena stadındaki toplumsal tepkiye dikkat! İkincisi de; siyasetçinin kendi kaderini kelimelerle belirlediği gerçeğidir. Başta Başbakan olmak üzere, kabinenin diğer üyeleri daha dikkatli bir dil kullanmak durumundadırlar. “Siyaset adamı” kimliğinden çıkıp “devlet adamı” kimliğine bürünseler, haklarında daha hayırlı olur diye düşünenlerdeniz. 

Hiç yorum yok: