Bir yılı daha geride bıraktık.
Ömrün yoluna bir sarı yaprak daha düştü.
Yaş kütüğümüze bir çivi daha çakıldı.
Bizi eskiten, yaşlandıran yılların birini daha sevaplarımıza, günahlarımıza şahit tutarak menzile koşuyoruz.
İnsanoğlu yaşlanmasını kutlayan ilk canlı türü.
On, dokuz, sekiz…..üç, iki, bir, sıfır.
Haydi eller havaya; hoş geldin yeni yıl!
Böyle karşılıyoruz ömrümüzün törpüsü olan yılları.
Her yeni yıl geçmişin muhasebesinde bir mizan. Acı-tatlı hatıraların çizdiği bize ait bir resim.
Zamanın büktüğü bedenlerde derinleşen çizgiler…
“Neler geçti, neler gördük” modunda bir buruklukla hatırlanan bir hayat ki, bütün dersleri, ibretleri içinde barındırıyor.
Her ömür bir film makarasına sarılı.
Hüküm gününde sonsuz kudretin emriyle hatalarımızın , sevaplarımızın; pişmanlıklarımızın ya da inkarlarımızın görüntüsünü yansıtacak mahşerin perdesine.
Ötesi ya ya ceza ya ödül!
Hayat bilançosunun son satırı böyle kapanacak en büyük yargıcın huzurunda.
Yıllar insana hayat tecrübesi kazandırıyor. “Kemal yaşı” diye nitelendirdiğimiz kırk üstü yaşlarda arınmaya başlıyor insan. Önyargılardan uzaklaşıyor, olaylara gerçeğin merceğinden bakıyor.
Yılbaşı akşamı bu duyguları yaşadım. Geçmişi yadettim. Geçmişle günümüzün mukayesesini yaptım.
İlk gençlik yıllarım gazetecilikle geçti. Olaylar ve insanlar arasında geçen hızlı bir dönem… Zamanla yarış… Gecelerin gündüzlere karıştığı günler ve haftalar. Hızlı yemek yeme alışkanlığım buradan geliyor. O yıllarda normal bir sofrada oturduğum anlar çok nadir. Türkiye’nin en büyük haber ajanslarından birinin Doğu İlleri Bölge Müdürüyüm. Anarşi ve terörün yoğunlukta olduğu bir dönem. Tunceli’de bir karakol bombalanıyor. Olay yerine ulaşmak üzere gecenin bir yarısında Elazığ otobüsünden inip, iki dağ arasında uzayıp giden Tunceli yoluna sapıyorum yalnız başıma. Elimde fotoğraf makinem ve flaşım. Karşıma kurt murt çıkarsa flaşı patlatıp koruyacağım kendimi. Bir yandan da bildiğim şarkı-türkü ne varsa döktürüyorum korkudan. Nihayet Tunceli’nin ışıkları görünüyor. Karakol perişan, canım polisler şaşkın ve huzursuz. İçim acıyor. Birkaç saat boyunca orada kalıp olayları izliyorum.
Dönemin liderleri Demirel’in, Ecevit’in, Erbakan’ın seçim gezilerini izliyoruz gazeteci olarak. Yolların tozu dumanıyla, siyasetin tozu dumanı birbirine karışıyor. Gergin ve çekişmeli yıllar. İktidarlar değişiyor, koalisyonlar yapılıp bozuluyor. Yokluklar Türkiye’si. Petrol yok, yağ yok, sigara yok, ampul yok. TÜSİAD, gazete ilanlarıyla günün iktidarını silkeliyor. Ha düştü ha düşecek. Düşüyor da. Nihayet, 24 Ocak kararları ve Demirel’in meşhur “100 gün” vaadi sonunda yoklar birer birer vara dönüşüyor.
Otuzlu yaşlarda bürokrasi ile tanışıyorum. İlk görevim Kültür Bakanlığı Basın Danışmanlığı. 1977 Ecevit Hükümetinin sürgüne gönderdiği ilk bürokrat ünvanını elde ediyorum. Rahmetli Taner Kışlalı, yüzümü bile görmeden beni Bingöl Kültür Müdürlüğü memurluğuna atıyor. Ne garip; yıllar sonra talihsiz ölümüne ağlıyorum Kışlalı’nın. Birbirimizi görmeden ve tanımadan. Allah rahmet eylesin.
Değerli devlet adamlarıyla çalıştım. Kültür Bakanları Rıfkı Danışman, Avni Akyol, Tevfik Koraltan. Ve 12 Eylül döneminin sert mizaçlı Bakanı Cihad Baban. Onunla ilgili bir hatıramı nakletmek isterim: Ben yine basın danışmanıyım, kendileriyle yakın çalışma içerisindeyim. Bakanlığının ilk haftası falan. Yanına özel kalem müdürü ile beni aldı, alt kattan başlayarak Bakanlığı dolaşmaya çıktık. İlk girdiği yer Evrak Müdürlüğü idi. Bekleyen evrakları görünce bayağı kızmış, evrak müdürüne “her gelen evrak azami 20 dakikada ilgili birime ulaştırılmazsa kendine yer beğen!” diye azarlamıştı. Sonra tuvaletler. Tuvaletlerin haline çok kızmıştı. İdari ve Mali İşler Daire Başkanını çağırttı. “Nedir bu tuvaletlerin hali?” diye çıkıştı. “Her sabah ve gün boyunca bizzat sen bu tuvaletleri kontrol edeceksin. Buraları bir daha böyle görürsem kendine yer beğen!” Odacılara Devlet Tiyatrosu’ndan sırmalı apoletli giysiler yaptırtmıştı. Bazıları Erzurumlu olan odacılar bu görkemli (!) üniformaları giymemek için direttiler ama nafile.
Sonra Başbakanlık yılları. Dönemin Devlet Bakanı Kazım Oksay’la dolu dolu geçen yıllar. ANAP iktidarda biz Bakanla yollardayız. Türkiye’de görmediğim il kalmadı. Diyanet, Vakıflar, Petrol Sektörü, Olağanüstü Hal Koordinasyon Kurulu, Çalışma Hayatı ile ilgili sözleşmeler, hepsi Oksay’ın omuzlarına yüklenmişti. Yüzünün akıyla çıktı. Hakkında bir kuruşluk bile şaibe olmadı. O dönemde Bolu valisi olan, sonradan Emniyet Genel Müdürlüğüne kadar yükselen Gökhan Aydıner beyefendiyi tanıdım. Gerçek bir beyefendi, gerçek bir valiydi. Devletin valisiydi. O günlerde kömür dağıtımı yoktu ama papatyaları karşılamak gibi görevler yükleniyordu zaman zaman valilere. O, hiçbir zaman böyle şaklabanlıklara alet olmadı. Günümüzün bazı prototipleri gibi kamyona binip kömür de dağıtmazdı sanırım. Adam gibi adamdı.
O yıllarda kendisiyle çalıştığım bir bakan da İlhan Aşkın’dı. Bursa Milletvekili olarak Meclise gelmişti. Bursa’da kardeşi ile birlikte ortak olduğu bir mağazaları vardı. Bakan olduğu günün ertesi beni çağırttı ve sordu: “Kardeşimle ortak bir mağazam var, o işi bırakmam gerekir mi?” Dürüstlüğüne ve hassasiyetine saygı duydum. “Bence gerekmez” dedim. “Ancak, devletle iş yapmamanız kaydiyle. Bir kuruşluk fatura kesseniz onu milyarlara büyütürler” dedim. Gerçekten de o mağazanın devletle işi olmadı. İşin başında kalamadığı için o mağaza bir süre sonra kapanmak zorunda kaldı. İlhan bey de milletvekilliğini kaybettikten sonra sade bir hayat yaşadı. Siyasetin bu pek tanınmamış figürünü ben hep saygı ile andım. Dürüstlüğü nedeniyle…
Bir yılbaşından nerelere gittik. Daha çok yazacak hatıra var ama, yerim kalmadı.
Ölenlere rahmet, kalanlara sağlık dileklerimle…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder