24 Ekim 2010 Pazar
LAİK DEVLETE CÜPPE GİYDİRMEK…
“Lekum dinukum veliye din”
Kafirun suresinin son ve bağlayıcı ayetidir.
“Senin dinin sana, benimki bana.”
Laikliğin İslamca’sı.
Gerçi; Fahreddin Razi ve Hamdi Yazır gibi ileri gelen müfessirlerin izahatıyla, bu ayet hoşgörü adı altında islamın farzlarını yerine getirmemeyi tasdik etmez ama; İslam dışı dinlere baskıcı bir bakışla yönelmeyi de istemez. Ayet bunu açıkça ifade ediyor zaten.
Medine Sözleşmesi’nin esası da budur. İslam Peygamberi Hz. Muhammed tarafından 622 yılında düzenlenmiştir. Medine İmtiyazı olarak da bilinmektedir.
Sözleşme Hz. Muhammed, Müslümanları, Yahudileri ve Paganları da içine alacak şekilde Yesrib (Medine) şehrinin önde gelen aşiret ve aileleri arasında resmi bir antlaşma oluşturmuştur. Antlaşma, Medine'deki Evs ve Hazreç kabileleri arasındaki şidetli iç çatışmalara bir son vermek amacıyla hazırlanmıştı. Bu amaç doğrultusunda Medine'deki Müslüman, Yahudi ve Pagan’ları Ümmet adı altında tek bir topluluk olarak toplamak için hepsinin payına düşen haklar ve sorumluluklar oluşturulmuştur.
Sözleşmenin 20. maddesindeki cümle aynen şöyledir:
“Beni Avf Yahudileri müminlerle birlikte bir ümmet (toplum) teşkil ederler. Yahudilerin dinleri kendilerine, müminlerin dinleri kendilerinedir. Buna, Mevlaları (kendisi ile akdi kardeşlik ilişkisi kurulan kimse) da dahildir.”
Osmanlı toplumunda da devlet İslam devleti olmasına rağmen, tebaanın inançlarına karışmamış, onların her birine saygı ve adaletle muamele etmiştir.
Büyük Atatürk, din ve inançların biribirine müdahale etmeden özgürce yaşanması, devletin din ve inançlar karşısında tarafsız kalması, hatta inanmayanların bile teminat altında yaşaması için laiklik ilkesini kurumlaştırmış ve Anayasa’ya vazgeçilmez ve değiştirilemez bir hüküm olarak koydurmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası halen bu hükmü aynı titizlikle korusa da, uygulamaların bu yönde olduğunu söylemek, bu iktidar döneminde zorlaşmıştır.
Aslında bu iktidar, yüce mahkeme tarafından “laiklik karşıtı eylemlerin odağı” olarak damgalanmıştır!
12 Eylül referandumu ise bu iktidar için bir milat oluşturmaktadır.
Biz, Anayasa Mahkemesi derken, millattan önceki Anayasa Mahkemesi’ni kastediyoruz. Milattan sonraki Anayasa Mahkemesi’nin yapısı, tıpkı milattan önceki HSYK’nın yapısı gibi değiştirilmiş, iktidarın kurumları haline sokulmuştur!
“Evet”çi yargı mensupları bile şimdi isyanları oynadığına göre, ötesini tahmin için kafa yormaya gerek yok.
Başbakan, bütün bu olup bitenler karşısında laiklik adına kaygı duyan, esasen görevi de bu olan Yargıtay Başsavcısını “cüppeni çıkar da gel!” diyerek siyaset sahnesine çağırsa da, ülkede milattan sonra hızını alamayan başka bir cüppeli de artık salonlara sığmadığını anlatmak istercesine devleten stadyum istiyor, sonunda razı olduğu kapalı spor salonuna taraftarlarını “Sarığını cüppeni takta gel!” çağrısıyla davet ediyor.
Hukuka cüppesini çıkarttırıp, tarikatçıyı meydanlara salmak.
İşte bu, milattan sonraki Türkiye’nin derinleşen çelişkisidir.
Peki, bunun sonu nereye varır dersiniz?
Her tarikat, ya da cemaat gücünü göstermek için başka stadyumlarda boy göstermek isteyecek.
Stadyumlar, kapalı spor salonları cemaat ve tarikatların güç savaşlarının zemini olarak kullanılacak.
Çünkü, gerçekten de artık salonlara sığmıyorlar. Kapalı spor salonları da kesmiyor, stadyum istiyorlar güçlerini göstermek için.
Cüppeli Ahmet işaret fişeğini attı ya; gerisi gelecektir. Menzilciler, ya da diğerleri “bizim cüppeliden neyimiz eksik” diyerek kendi alamet-i farikalarıyla boy göstereceklerdir elbette.
Bunun adına derinleşme, ya da yarıklaşma diyorlar. İnançlar kendi ana mecrasından çıkarılıp boy gösterme, mevzi kazanma yarışına sokulursa olacağ budur!
Etekleri tutuşanlar, bütün bu olup bitenleri “Provakasyon!” olarak yutturmaya çalışsalar da…
Laik devlete cüppe giydirme ameliyesinin provalarıdır bunlar.
Gidiş, o gidiştir!
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder