1 Ağustos 2011 Pazartesi

BİZ DE DARBE MAĞDURUYDUK AMA...

Terazi burcu insanıyım.
Olayları ve insanları vicdan terazimde tartar, öyle hüküm veririm.
Küçükken hedefim hakim olmaktı. Eğitim sistemimiz beni başka bir alana yönlendirdi, kamu yönetimi okudum.
İlk hakim karşısına çıktığımda 13 yaşımdaydım. İkinci çıkışımda 17-18. Yani lise çağı.
Önce 13 yaşındaki sanıktan söz edeyim:
Babam Demokrat Partili. DP Erzurum Merkez İlçe Başkanı. Gazetemiz var.
Gazete derken, şimdiki gibi bilgisayarda dizayn edilenlerden değil. Mürettiphanede kumpaslara alınıp, sayfalara bağlanan, sonra pedal veya tipo denen bu günkülere göre ilkel sayılabilecek baskı makinelerinde elle kağıt sallamak suretiyle basılan bir gazete.
Ben mürettipliği küçük yaşta öğrenmiştim. Sayfa bağlamayı da biliyordum, o ilkel makinada baskı yapmayı da.
Babamı hiç yoktan hapse attılar. Suçu Demokrat olmak.
Yani, anlıyacağınız bir 27 Mayıs mağduru.
İki ay hapis yattı, baktılar ki suçlanacak bir yanı yok bıraktılar.
Para yememiş, kredi kullanmamış, varını yoğunu partisi uğrunda tüketmiş bir adama nasıl bir suç izafe edilebilir ki?
Edemediler işte.
Ama benim kalemim durmadı.
Babam hapisteyken ihtilalin lideri Gürsel Erzurum’a gelecek; kendimce iki satırlık bir yazı döktürdüm. “İnsanlar iki satırlık dilekçelerle hapse atılıyor. Mağdurlara kulak verin!” cinsinden bir yazı.
13 yaşındaki bir çocuk başka ne yazabilirdi ki?
Ertesi gün yüzbaşı yazı işleri müdürünü aramış.
Yüzbaşı kim mi? Onu da anlatayım bu arada.
O günlerde gazeteler baskıya verilmeden önce basın şubesinde görevlendirilen bir yüzbaşının önüne gider, o imzalayıp okey verirse gazete basılabilirdi.
Burada bir parantez açayım: (Askeri vesayet sisteminde yüzbaşının imzalamadığı gazeteler basılamazken, sivil vesayet döneminde bu durum daha pratik bir hal aldı. Yandaşınıza gazete satınaldırmak, tehditle yazar susturmak veya kovdurmak, gazete sahiplerini mali baskı altına almak suretiyle basını veya medyayı ele almak… İşte bu gün bunu yaşıyoruz.)
Tabii, benim yazım korsan baskıda çıktığı için yüzbaşının önüne gitmemişti gazete.
Yazı işleri müdürü olaydan haberdar olmadığını söylemiş; ben itiraf edince de ilgili makama işin aslını anlatmış. Uzatmayayım; kendimi hakim karşısında buldum.
İçeri girdiğimde hakim suçlu arıyor; suçlu ise bir çocuk.
Sordu, ben de içimden geçenleri anlattım.
Kastım yoktu, sadece babamın mağduriyetini anlatmak istemiştim Gürsel’e.
Hakim şöyle bir süzdü, sonra “suç bu çocukta değil, ona bu matbaayı teslim edende” diyerek beni saldı.
Yani, anlayacağınız, darbe mağduru bir aileden geliyorum.
Ömrümüz boyunca hep darbelere karşı çıktık ama, Türk Silahlı Kuvvetlerine laf atmayı aklımızın kenarından bile geçirmedik.
Çünkü orası bir peygamber ocağıydı.
Orası varlığımızın ve namusumuzun bekçisi bir kurumdu.
Devletimizin bekası ancak onunla kaim olabilirdi.
Kişilerin kusurlarından dolayı göz bebeğimiz olan bu kuruma kıyamazdık.
Bu gün de aynı düşüncedeyim.
Türk Silahlı Kuvvetleri bizim gözbebeğimizdir.
Ona yönelen her ok gözbebeğimize saplanır, haberiniz ola!
Geçelim ikinci olaya: 60’lı yılların ikinci yarısı filan.
İktidarda Adalet Partisi.
Kız okullarından birisinde görevli bayan öğretmen (sonradan Komünist olduğunu öğrendik, zaten ettiği laflardan da kolayca anlaşılıyor bu) kız öğrencilere “Cinsel tecrübeler yapın, kızlık mefhumu diye bir şeye inanmayın” diye abuk-sabuk telkinlerde bulunmuş.
Bu bizim kulağımıza geldi. 17 yaş heyecanıyla aldık elimize kalemi, döşendik yazıyı. “Susturun bu fahişeyi!” Kadının ismini de vererek açık bir suç işlemişiz.
Bir yıl boyunca toplu basın mahkemesinde yargılandık.
Benim avukatım yok, onların var.
Karar günü içimden bir ses “git şu dosyayı bir daha incele” dedi.
Ben de duruşmaya iki saat kala mübaşire gitip dosyayı aldım, satır satır incelerken bir de ne göreyim; dava zaman aşımına uğramış! Bir daha, bir daha hesapladım; evet, zamanaşımı!
Toplu basın mahkemesinde üç hakim görev yapardı. Burası bir Asliye Ceza Mahkemesiydi.
Kıdemli hakim sordu: “Son söz olarak bir diyeceğin var mı?”
Top bendeydi, açığı yakalamıştım, gol atacaktım!
Ticaret Lisesinde okuyorum ya; devletler hukuku, borçlar hukuku, hukukun temel kavramları gibi dersleri ta o günlerde okumuşum.
Boyumdan büyük bir lafla söze girdim:
“Hakim bey, bu dava butlan ile malûldur!”
Butlan, hukuk dilinde “ölü doğmak” anlamına geliyor.
Hakim bey bir söylediğim söze, bir bana baktı.
“Neden?” diye sordu, ben de “zamanaşımına uğramıştır, dinlenmemesi gerekir” dedim.
Mahkeme dosyayı incelemek üzere kısa bir ara verdi.
Yeniden başladığında hakim bey, beklediğim o cümle ile davayı bitirdi.
“Yapılan incelemede, davanın zaman aşımına uğradığı anlaşıldığından…”
Avukatlarının yüzü pancar gibi, davacı hanım son derece kızgın, ben ise “maznun”luktan “mağrur”luğa terfi etmiş bir sanık!
Hakimin gözlerindeki şaşkınlığı halâ hatırlarım.
Yaşasın Ticanet Lisesi!
http://ciglikgazetesi.blogspot.com/

Hiç yorum yok: